tulin-kozikoglu-ile-soylesi-kitapkurduanne-yazar-ve-cizer-soylesileri

Tülin Kozikoğlu ile Söyleşi

Merhaba !

Çocuk kitaplarıyla tanışmam Masal´ın doğumundan hemen sonra oldu, yaklaşık altı senedir önce bir anne olarak kızıma doğru kitabı bulma ve okuma amaçlı, ardından ise bir hobi haline dönüşen, içimdeki çocuğu besleyen "çocuk kitapları" denildiğinde Tülin Kozikoğlu, benim ilk aklıma gelen çocuk kitabı yazarlarındandır... Bu sebepledir kiKitapkurduAnne Yazar ve Çizer Söyleşileri için,kendisine merak ettiğim soruları yöneltmeyi çok istiyordum.

Üstelik söyleşimiz tam da İletişim Yayınlarından yeni kitabı "Mıstık, Seni Anlamıyoruz -Noktalama İşaretlerinin Öyküsü" nün basılmasının üzerine denk geldi !

Beni kırmadı, uzun uzun, çook içten ve kapsamlı cevapları ile www.kitapkurduanne.com´da yerini aldı, eminim siz de benim kadar keyifle okuyacaksınız, kendisine buradan bir kez daha teşekkürlerimi ve sevgilerimi iletiyor ve sizleri Tülin Hanım ile baş başa bırakıyorum...



*Bize biraz çocukluğunuzdan, bahseder misiniz?

Nişantaşı´nda apartman çocuğu olarak büyüdüm. Sokakların bugünkü haliyle kıyaslayacak olursanız, ortalık in cin top oynuyor diyebileceğiniz kadar boştu. Fakat yine de annelerimize "çok arabalı" görünüyordu sanırım ki sokakta oynamamıza izin verilmezdi. Elimizden tutar, Maçka Parkı´na götürürlerdi ara sıra. Onun dışında hep içerideydik. Ben ve 5. kattaki Fettah. Onun evinde olurduk çoğunlukla çünkü bizim evde iki ağabeyim ve evimizden eksik olmayan misafirler yüzünden bize barınacak yer olmazdı. Öte yandan, Fettah´ın evi bugünkü evlere daha çok benzeyen türden bir evdi; çocuk odaklı. Fettah´ın rahatı ve keyfi ön plandaydı. Ya da bana öyle gelirdi. İlkokula başlayana dek her gün sabah uyanınca 5. kata çıkar, yatma saatine dek eve dönmezdim çoğu kez. İlkokul başlayınca durum pek değişmedi. Okuldan gelir gelmez oraya giderdim. Birlikte ödevlerimizi bitirdikten sonra oyuna geçerdik. Robotları vardı Fettah´ın. Ve bir de maket uçakları. Onlarla oynardık. Kuklaları da vardı. Kukla gösterisi yapardık. Gazete çıkarırdık birlikte. Kim okurdu hatırlamıyorum doğrusu. Ama galiba pek de umurumuzda değildi okunup okunmaması. Tiyatro sahnelerdik. Kim seyrederdi bizi, onu da hatırlamıyorum. Seyredilme derdimiz yoktu, tek derdimiz oynamaktı. Bugünkü çocuklar gibi "Anne, bak!!" diyerek büyümedik. Her hareketimize seyirci aramazdık biz. Mutfağa girer hamur açıp börek yapardık. Hepsini de kendimiz yerdik. Kafamızdan uydurmuştuk hamurun ölçüsünü. Deneye yanıla çıkmıştı ortaya. İçine peynir koyup fırında değil, tost makinasında pişirirdik. Daha lezzetli olduğuna karar vermiştik bu yöntemle pişen böreğin. Bu, Cuma gününün eğlencesiydi. Televizyonda çizgi film Candy başlayana dek böreğimizi hazır ederdik ki televizyonun karşısında Candy´i seyrederken yiyebilelim. Bir daha yiyemedim öyle börek. Tarifini yazsaydık keşke bir kenara diyeceğim ama ne fayda? Tarifte yazan malzemeleri bir araya getirsem de Fettah´ı, Candy´i ve çocukluğumu nereden ve nasıl bulacağım?! Başka çocuk yok muydu apartmanda? Vardı elbet. Fettah´ın kızkardeşi, benim ağabeylerim ve 4. katta oturan Nene´nin (bizim nenemiz değildi ama öyle hisseder, öyle derdik) torunları vardı. Bol çocuklu bir apartmandı ve bazı bazı onlar da aramızda olurdu ama Fettah´la yakaladığımız bağ bir başkaydı. Kalabalığın içinde ikimizin oluşturduğu büyülü bir balonda, huzurlu ve sakin geçti çocukluğumuz. Bir tek 4. kattaki Nene´nin büyük torunu İrem Naz girebilirdi bu balona ara sıra... Nene´sini ziyarete geldikçe. En ufak hayal kırıklığı gözlerini yaşla doldururdu İrem Naz´ın. "Adı Naz ya, ondan böyle" derdi Fettah. Oysa hayat bize İrem´in hiç de nazlı olmadığını gösterdi. Her türlü hayal kırıklığına ve zorluğa her baba yiğidin harcı olmayacak bir güç, cesaret ve tebessümle göğüs geren bir yetişkine dönüştü İrem. Sanırım tüm gözyaşlarını çocukluğunda tüketmişti. Yaz tatillerinde ise Tuzla´daki yazlığımızda, Nişantaşı´ndaki günlere inat sınırsız bir doğa ve özgürlük kaplardı hayatımızı. Bahçe ve deniz. Ne karışanımız vardı ne görüşenimiz. Kimse peşimizden koşturmazdı. Başımıza nasılsa bir iş gelmeyeceği düşünülürdü sanırım. Öyle günlerdi. İki aile aynı evdeydik. Kuzenlerim ve biz, toplam altı çocuklu bir ev olurduk. Orada ise kuzenim Jale´yle "kız çocuk"luğumu doya doya yaşardım. Bebekler ve evcilik... Kitaplar mı? Ortaokula gelene dek hayatımda yer eden tek kitap kahramanı Ayşegül. Kitap okuyan bir çocuk değildim. Kitap okunan bir çocuk da değildim. Kitap okumanın tadını ortaokulda aldım.


* Biraz da eğitim hayatınızdan ve hayallerinizden bahsetseniz?

Lise ikide terapiye başladım. Çok büyük sıkıntılarım olduğundan değil. Fakat dertsiz tasasız bir ergen de değildim. Her ergen gibi benim de içim çelişkilerle doluydu. O dönemde psikoloğa gitmek bugünkü kadar sıradan değildi. Fakat babam doktor olduğu için sanırım, bu konuda oldukça çağın ilerisinde bir evdi bizimkisi. Terapi seansları o kadar ilgimi çekti ki üniversite sınavlarında en başa Boğaziçi psikolojiyi yazdım ve kazandım. Terapist olacağımı zannederek okudum ama okul bitince işler istediğim gibi gitmedi. Yüksek lisans için Amerika´ya gitme hayalleri kurarken babam "Psikolog olmanı istemiyorum. Psikoloji için seni Amerika´ya yollamam. Sadece işletme okursan gidebilirsin" dedi. "Neden?" diye sorduğumda cevabı çok ilginçti: "Elalemin derdini dinleyerek ömür geçmez!!" Sanırım babalık içgüdüsüyle beni korumak istedi. Tabii o günlerde bunu hiç böyle görmedim ve çok kızdım ona. Önceliğim Amerika´ya gidip özgür bir iki yıl geçirmekti. Böylece psikolojiden vazgeçtiğimi, işletme okumayı kabul ettiğimi söyledim. Aklım sıra oraya gidince bölüm değiştirecektim. Tabii öyle bir şey olmadı. İşletme okumayı çok sevdim. Hem eğlenceli hem de kolay geldi. Ailemi ikna etmeye çalışmak, bölüm değiştirmek ve psikoloji yüksek lisansı yapmak gözümde büyüdü. Kolay yolu seçtim. Böylece pazarlamacı oldum çıktım. Gerçi iş dünyasındaki günlerim de çok uzun süremedi. Önce çimento, sonra da demir çelik sektöründe çalıştıktan sonra kızım doğunca hiç şüphe duymadan işi bıraktım ve bir daha da geri dönmedim. Ona okuduğum kitaplar o kadar hoşuma gitti ki o dünyanın içinden çıkamadım. Sanırım çocuk edebiyatı hayatım boyunca başıma gelen en güzel şeylerden biri. Bu kadar keyif alarak yaptığım bir işim olduğu için her gün şükrediyorum.



* İlk yazdığınız çocuk kitabı hangisiydi ve çocuklar için yazmaya nasıl karar verdiniz?

Yazmaya başlamam çok da öyle "karar alarak" gerçekleşmedi aslında. Kızım o kadar çok kitap seven bir çocuktu ki olur olmadık zamanlarda benden öykü isterdi. Bazı bazı, yanımda kitap yokken veya kitap okuyabilecek durumda değilken (mesela araba kullanırken) öykü "uydurmaya" başladım. Sonra aynı öyküleri tekrar istediğinde ise tabii ki birebir aynı anlatmam mümkün olamadı. Bu sefer kızımdan itirazlar gelmeye başladı. "O öyle değil" diyordu. "Uydurduğum" hikayeleri hatırlayabilmek için yazmaya karar verdim. İşte o zaman Hanya´yı Konya´yı gördüm. Bir hikayeyi sözlü olarak anlatmakla yazmak arasında meğer ne büyük bir fark varmış!! Tuhaf bir şekilde sözlü olarak rahatça anlatabildikleriniz yazıya dökmeye kalktığınızda eğrilip yamuluyor. Söylemek istedikleriniz karşı tarafa hiç de söylemek istediğiniz şekilde geçmeyebiliyor. Ben yazı yazmayı ikinci bir dilde konuşmaya benzetiyorum. Nasıl anadilinizde söylediklerinizi ikinci bir dilde söylemek istediğinizde mesajınızın bir kısmı süzülerek karşıya geçer, yazı yazmak da benzer bir tecrübe. İkinci dile ne kadar hakimseniz, karşı tarafa mesajınız o kadar etkili ulaşır. Eğer o dile hiç hakim değilseniz, sanki üstünüze kalın kadife bir örtü örtülmüşcesine söyleyeceklerinizin büyük bir çoğunluğu sizde kalır, karşıya geçemez. Orta hakimseniz, daha ince bir örtü örtülür üstünüze. Çok hakimseniz, incecik bir tül örtülür; mesajınızın bir çoğu geçer ama yine bir kısmı sizde kalır. İkinci dile nasıl gramer öğrenerek ve pratik yaparak hakim oluyorsanız, yazı yazmak da aynen öyle, tekniğini öğrenerek ve pratik yaparak, yani bol bol yazarak öğreniliyor. Hakimiyetiniz arttıkça sözlü olarak anlatabildiklerinizin bir çoğu yazılı metne de etkili bir şekilde geçebiliyor. Dolayısıyla ilk yazdığım öyküler tabii ki kitaplaşmadı. Onlar sadece pratik amaçlı, elimi ısıtmak için yazdığım öyküler olarak bilgisayarımda kaldı. Fatih Erdoğan´ın Bilgi Üniversitesi´nde verdiği Çocuk İçin Yazmak isimli sertifika programına katılıp işin tekniğini öğrenince kendime güvenim biraz daha arttı. Bir süre daha pratik yaptıktan sonra 2010 yılında Lili ve Yedi Çocuğu isimli yedi kitaplık serim İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yazmaya başlamamla ilk kitaplarımın yayımlanması arasında beş yıl var. Yani beş yıllık bir pratik yapma dönemi var. Acele işe şeytan karışır diye düşünenlerdenim. Geç olsun da güç olmasın. Genel olarak öykülerimin kitaplaşma sürecinde de bu prensiple yol alıyorum. Hem çizer bulma süreci hem resimlenme süreci hem de editoryal çalışmaların yapılması aşamasında acele etmiyoruz. Sindire sindire, keyif ala ala ilerliyoruz. Sedat Girgin´le yaptığımız Leyla Fonten´den Öyküler serisini ben 2010 başında yazdım. İki yıl bilgisayarımda bekledi. Tekrar tekrar düzelttim ve yazdım. Editörümle çalışmalarımız 2011 sonunda başladı. Sedat Girgin´le yollarımız 2012 başında buluştu. Serinin ilk üç kitabı 2014 Kasım ayında yayımlandı. Neredeyse 3 yıl yani. İki yıl da bilgisayarımda beklediğini düşünürsek, eder 5 yıl!! Bu ay yayımlanan, Uğur Altun´un resimlediği, noktalama işaretleriyle ilgili, "Mıstık, Seni Anlamıyoruz!" isimli kitabın çalışmaları ise 2 yılı geçti. Deniz Üçbaşaran´ın resimlediği "Bir Tanecik Oğlum" yazıldıktan 3 yıl sonra raflardaydı. 2012´de yayımlanan, Burcu Musselwhite´ın resimlediği "Yemeğini Arayan Tırtıl" ve o serinin diğer kitaplarının yayımlanma hikayesi ise 2005´e kadar uzanıyor!!




*Genelde tek bir hikaye yerine seriler üretmeyi seviyorsunuz, bunun özel bir sebebi var mı yoksa yayın evinden de talep bu şekilde mi geliyor?

Yayın evinden bir talep gelmiyor. Ne yazacağıma ben karar veriyorum. Bu güne dek üç seri, bir de tek kitap yazdım; toplam 21 kitap. Bu yıl ise tek kitaplar yılı oldu. Bu ay noktalama işaretleriyle ilgili kitabım yayımlandı. Yani ikinci tek kitabım. Şu anda üzerinde çalıştığımız beş tane daha tek kitap var. Bakalım bu yılki Tüyap´a hangileri yetişecek? Seri meselesi önemli bir mesele. Eleştirenler var, alkışlayanlar var. Ben seri okumayı da seviyorum, yazmayı da. Her şeyden önce bir şablon oturtup o şablon üzerinden aklımı kurcalayan konulara değinmek kolay geliyor. Bence okur için de benzer bir kolaylık duygusu sağlıyor. Çocuk okur aşina olduğu kahramanlarla yol almayı seviyor. Çocuklar ritüelleri ve tekrarları sever. Onlarda güven hissi uyandırır. Seri okurken kendisini yuvasında hissediyor çocuk. Eleştirenler genellikle bunu bir pazarlama taktiği olarak gördüğü için olumsuz yaklaşıyor sanırım. Daha çok satış rakamlarına ulaşmak amaçlı seri yaptığımızı düşünüyorlar, ya da iddia ediyorlar diyelim. Konu kitap olunca satış yapmak ayıpmış gibi ki bu çok uzun bir mesele... burada buna hiç girmeyeyim. Serilerin satışı arttırdığı kesin. Okur bir kitabı sevdiyse serinin devamını illa ki alıyor. Ama kitabı sevdiyse alıyor. Kötü öykülerle dolu bir seri yapalım da görelim bakalım satış artıyor mu, artmıyor mu? Yazar olmazdan önce pazarlamacı olduğum düşünülürse bilinçaltımın beni "Daha çok ne satar?" içgüdüsüyle hareket ettirdiği de iddia edilebilir ki bu yanlış da olmaz. İyi bir pazarlamacı olmak da iyi bir yazar olmak kadar mutlu eder beni. Biri diğerinden daha kıymetli değil çünkü. Öte yandan, "Bu kitap iyi sattı. Hadi buna bir ek yapalım da azıcık daha para kazanalım" şeklinde yürümedi hiçbir serimin üretim süreci. Yani önce bir kitap yazdım ve sonrasında ikincisi, üçüncüsü hazırlanıp yayımlanmadı. Ben bütünsel düşünmeyi seven bir modelim. İlk baştan bütün seriyi kafamda oturtuyorum. Kaç kitap olacak, hangi konulara değineceğim, kitapların birbiriyle ilişkisi nasıl ve hangi dengede olacak... Serinin tüm kitaplarını yazıp bitirdikten, hepsinin editoryal çalışması yapıldıktan, görselleri çizildikten, grafik tasarımları hazırlandıktan sonra birer birer yayımlıyoruz. Sonradan yama yapmıyoruz anlayacağınız. Özetle, "festival filmine karşılık Hollywood filmi" muamelesi yapılıyor bazen serilere. Daha az edebiyat, daha az sanatmışcasına... Gülüp geçiyorum.





* Bir hikayenin doğuşundan kitap halinde basılmasına kadar geçen süreçleri bize biraz anlatır mısınız ? Sizce bu sürecin en zor kısmı hangisi?

Benim için en terapötik kısmı metni yazdığım saatler. En eğlendiğim ve "başardım" duygusuyla dolduğum anlar editörümün önerilerini anlayıp düzeltmem gereken yerlerin yerine daha iyi cümleler bulduğum anlar. En büyülü kısmı çizerden sayfa sayfa çizimlerin geldiği anlar. En zor kısmı ise öyküye uygun çizeri bulma süreci. Çünkü bir çizer bir öyküyü vezir de edebilir, rezil de. Bu güne dek yazdığım üç seri ve iki tek kitapta beş farklı çizerle birlikte çalıştık. Her birine ayrı bir çizer anlayacağınız. Bu yıl üzerinde çalıştığım beş tek kitap için ise beş yeni çizerden bahsediyoruz. İşin bu kısmı hem en zor kısmı hem de beni en heyecanlandıran bölümü. Öyküyü yazdıktan sonra ona can verecek çizeri aramak zaman ve enerji alıyor ama bulduğumuz gün yaşadığımız mutluluğa da değiyor. Metinle örtüşen örnek çizimin geldiği gün, o e-postayı açıp ekranda o resmi gördüğüm anki duyguyu hiçbir şeye değişmem. Tabii o anı yaşayana kadar bir dolu üzüntülü anlar da yaşıyoruz. Çok ümitle beklediğiniz bir örnek çizim tahmin ettiğiniz şekilde çıkmayınca ve bu aylar, bazen yıllar boyu sürünce ümitsizliğe kapıldığınız anlar da oluyor. Metnin ruhuyla çizimin ruhunun örtüşmesi çok önemli. Çok ehil veya çok yetenekli bir çizer sizin yazdığınız bir metne hiç de beklemediğiniz bir örnek çizimle çıkabiliyor karşınıza. Bu, asla o çizerin "beceriksiz" olduğunu göstermiyor. Sadece sizin kaleminizle onun fırçasının ruhu uyuşmamış demek oluyor. Bazen yazdığınız bir metinle örtüşmeyen bir çizim tarzı bambaşka bir metninizle uyuşabiliyor. O yüzden genç çizerlerin portfolyolarını paylaşmaları veya örnek çizim yapmaya açık olmalarını çok önemsiyorum. Örneğin bu ay yayımlanan noktalama işaretleriyle ilgili kitabımız "Mıstık, Seni Anlamıyoruz!" için çizer arayışına girmeme gerek bile kalmadı. Çünkü bana Uğur Altun´u bambaşka bir öykü için önermişlerdi. Çok beğenmiştim ama çizimleri o öyküme uygun değildi ve Uğur´dan örnek bile istememiştim. Fakat bu kitabı yazmaya başladığım anda gözümün önünde Uğur´un çizimleri uçuşmaya başladı. Metnin ilk taslağını Uğur´un görsellerini düşünerek yazdım. Sonra Uğur´u arayıp yazdıklarımı yolladım. O etapta her sayfada tek bir "ucu açık cümle" olan bir kitap düşünüyordum. Benim tek cümlemden yola çıkarak çizerin kendi cevabıyla bu ucu açık cümleyi kapamasını bekliyordum. Yani ortak bir yol alma süreci hayal ettim. Bunu Uğur´a anlattım. Uğur´dan iki sayfa örnek geldi. Ondan gelen iki resmin de kendi öyküselliği çok güçlüydü. O noktada bir yandan da editörümle bu kitabı tek cümlelik metinlerden kapsamlı bir öykü kitabına dönüştürme kararı almıştık. Uğur´dan gelen resimlerin anlattığı öyküleri de içine dahil ederek öykümü yazdım. Anlayacağınız çizerin resminin üstüne metin yazdım diyebiliriz. Bu açıdan oldukça deneysel bir çalışma oldu. Böylece ben yeni metni (artık bir öykü vardı elimizde) yazıp tamamladıktan ve editörümle tam 12 kez (evet, inanılır gibi değil ama tam 12 kez!) üstünden geçip düzelttikten sonra Uğur´a teslim ettim. Uğur bu kez de öykü üzerinden benzer bir çalışma yaptı. Benim yazdığım öykünün her sayfası için kendi görsel öyküsünü yarattı. Yani asla benim metinde söylediğimi birebir çizmedi. Bu kitabın resimlerini okur biraz puzzle gibi çözecek anlayacağınız. Bir örnek vermem gerekirse: Kesme işaretinin sayfasında kahramanımız bir astronot kılığında dünyadan uzakta, gökyüzünde süzülüyor. Neden mi? Çünkü bu sayfada kesme işaretinin özel isimlerden ekleri nasıl "uzaklaştırdığından" bahsediyorum. Bu yüzden Uğur kahramanımız Mıstık´ı dünyadan uzaklaştırıyor. İşte bu şekilde, okur dilerse her sayafada çizerin o sayfanın görselini nereye dayandırdığını bulmak için kafa yorabilir. Anlayacağınız sadece metnin değil, görselin de okunduğu bir kitap olmasını bekliyoruz. Okumayı "sökmek" gibi resmi de "sökmek" söz konusu aslında. Bu kitap bu alanda pratik sağlayacak çocuklara kanımca. Bence çok ilginç bir kitap oldu. Bakalım okur nasıl bulacak?




* Sedat Girgin ile yarattığınız Leyla Fonten serisi gerçekten bir fenomen oldu, bu serinin doğuşu, çizimler hangi aşamada devreye girdi bunlardan bahseder misiniz?

Yukarıda, önceki sorulardan birinde biraz bahsetmiştim bu projenin aşamalarından. Uzun bir süreçti. Editoryal çalışması da uzun sürdü, resimlenmesi de. Çok bekledik ama değdi. Tuhaf bir hayran kitlesi oluştu. Çocuğu olmayan yetişkinler var seriyi alıp kütüphanesine koyan. Leyla ile ilgili yüzümüze tebessüm yerleştiren bir haber almadan geçen gün yok diyebilirim. Akciğer röntgeni çektiremezken Dila kitabındaki röntgen sahnesinden sonra rahatça röntgen makinasının arkasına geçen çocuk da duyduk, odasının duvarlarını Leyla´lı duvar kağıtlarıyla kaplamak isteyen de. İlk üç ayda ikinci baskıya girdi kitaplar. Bir buçuk yıl sonra 4. baskıdalar. Yayınevi artık 2,000 değil, 5,000 adet basıyor kitapları. Çin´den bir yayınevi haklarını aldı ve pek yakında Çin´de yayımlanacaklar. Polonya´dan bir yayın evi ciddi şekilde ilgileniyor. Benim için kitaplarla ilgili en hoş anılardan biri şudur: sevgili Ayla Çınaroğlu´yla beni tanıştırdılar. Ayla Hanım imza masasındaydı ve benim merhabama tatlı tatlı gülümseyerek karşılık verdi, "memnun oldum" dedi. Hemen arkasından bizi tanıştıran kişi beni işaret ederek "Kendisi Leyla Fonten" deyince Ayla Hanım "Aaaa, siz misiniz o?!" diyerek ayağa kalktı ve beni öptü!!! Meğer çok seviyormuş, torunlarına almış, onlara okuyormuş, vs. Kahramanın yazarın önüne geçmesinden daha mutluluk verici ne olabilir bir yazar için?! O kadar mutlu oldum ki o gün anlatamam! Bu serinin bu kadar çok beğenilmesi tesadüf değil elbette. Sedat Girgin kalbini ve beynini tümüyle koydu bu projeye diye düşünüyorum. Burada Sedat´ı methetmeye gerek yok. Onun çabası ve emeği zaten görünüyor, herkes biliyor ne olduğunu Sedat´ın ama muhteşem bir çizer olduğunu bir de ben söylemeden geçmeyeyim. Sadece olağanüstü çizimleri değil onu iyi bir çizer yapan. Bence bir o kadar önemli olan işbirlikçi tutumu, neşeli ve rahat iletişimi ve bir de alçak gönüllülüğü. Sedat´la ortak iş yapmak, evet, çok verimli falan ama hepsinden önemlisi eğlenceli. İş yaparken gülebilmek o kadar kıymetli ki!! Siz "fenomen" kelimesini kullandığınız için ben de kullanma cesaretini göstereyim ve şunu da söylemeden geçmeyeyim: bu serinin "fenomen" olmasında sadece benim metinlerim ve Sedat´ın çizimleri rol oynuyor sanılmasın. Leyla Fonten gerçek bir takım çalışması örneği oldu bence. Lafın gelişi söylemiyorum bunu. Gerçekten takım halinde, bir çok kişi paralel duygularla çalıştık. Ben ve Sedat´ın yanı sıra editörümüz Burcu Ünsal da aynı hevesle sahiplendi projeyi. İnce ince, oya gibi işledi kitaplarımızı. Ve tabii kitapların bu kadar etkili bir şekilde okura ulaşmasını sağlayan Pelin Yılmaz Özensel liderliğindeki satış ekibini de unutmamalıyız. O kadar severek anlatıyorlar ki kitapları, onları dinleyince benim bile tekrardan alıp okuyasım geliyor!!! Son olarak da o dönemde Redhouse Kidz´i yöneten Ebru Şenol´u anmadan olmaz. İnanılmaz kuvvetli bir sanat gözü vardı Ebru´nun ve Sedat´ın çizimleriyle benim metinlerimin buluşmasında, ortaya çıkan ürünün en etkili şekilde sunulmasında katkısı yadsınamaz. Anlayacağınız, harika bir enerji içinde çalıştık. Kimyalar tuttu. Birbirimizden eksiltmedik, birbirimize kattık. Sinerji kelimesinin anlamını doya doya yaşadık bu projede.




* Çocuk kitabı yazarlığı dışında hayatınızda nelerle meşgulsünüz? Bir gününüz nasıl geçer?

Öncelikle şunu hatırlatmalıyım; benim için çocuk kitabı yazarlığı sadece çocuk kitabı yazmaktan ibaret değil. Kitap yazma kısmını geceleri yapıyorum. Gündüzlerim ise çocuk edebiyatıyla ilgili ama kitap yazmanın dışında bin bir çeşit işle geçiyor. İlk başta okullarda yaptığımız yaratıcı okuma etkinlikleri var elbette. "Yazar söyleşisi" diye de geçiyor ama ben "söyleşi" demeyi tercih etmiyorum çünkü benim yaptığım söyleşi değil. Küçük yaş grubuna uygun kitaplar yazdığım için inter aktif okuma etkinlikleri yapıyorum okullarda. Bunun yanı sıra bir de yaratıcı yazı dersleri veriyorum. University of Pittsburgh´de aldığım 140 saatlik bir eğitimin ardından beş yıldır uyguladığım bir paket bu. 3.-5. sınıf seviyesindeki çocuklarla yaratıcı yazı çalışmaları yapıyorum. Bu eğitimin çocuklara nasıl verileceğini ve yaratıcı yazının disiplinler arası derslere nasıl entegre edileceğini öğrettiğim bir eğitimi de öğretmenlere veriyorum. Bunların yanı sıra bir de içinde olduğum okuma kültürünü geliştirici projeler var. Örneğin Yeniköy Rotary Kulübü´nün sponsorluğunda 14 farklı yazarın işbirliğiyle yürüyen Okuyorum-Büyüyorum isimli projemiz var. Küçük yaşta kitap sevgisini kazandırmak amaçlı başlattığımız projede düşük gelir seviyeli bölgelerdeki devlet okullarına gidip okul öncesi ve 1. sınıf seviyesindeki çocuklara yaratıcı okuma etkinliği yapıyoruz. Rotary Kulübü de her çocuğa bir kitap hediye ediyor. Böylece çocuklar küçük yaşta yazarla tanışıp, evlerine imzalı bir kitapla gidiyorlar. Bu projenin en önemli özelliği destek veren yazarların küçük yaş grubuna uygun şekilde, çok eğlenceli ve yaratıcı etkinlikler yapıyor olması. Yazarlarımızın bazıları drama ile okuma yaptılar, bazıları müzik aletleriyle. Kimisi kuklalarıyla geldi etkinliğe, kimisi kitabına ilham veren köpeğiyle. Bu proje gerçekten çok keyifle yürüdü ve beş yılda altı binden fazla çocuğa ulaştık. İstanbul´un göbeğinde ama deniz görmemiş çocukların olduğu okullaar da gittik, köy okullarına da. Cezaevinde, annelerinin yanında büyüyen çocuklara bile gittik. Bu Ağustos´ta Yeni Zelanda´da her iki yılda bir organize edilen IBBY Dünya Çocuk Edebiyatı Kongresi gerçekleşecek. Oraya yaptığımız başvuru kabul edildi ve ben projemizi dünyanın çeşitli köşelerinden gelecek katılımcılara sunacağım. Bir de Redhouse Kidz´in sponsorluğunda, Fatih Milli Eğitim Müdürlüğü´yle birlikte gerçekleştirdiğimiz bir projemiz var. Toplam 20 hafta süren bu projede Fatih ilçesinin devlet okullarından seçilen 25 çocuk tüm yıl boyunca 12 farklı yazar ve çizerden yaratıcı yazı dersi aldı. Yazarlar çocuklarla yazarlık sırlarını paylaştılar. Kendi yazma süreçlerini anlattılar. Yazı yazmanın tekniklerini oyunlarla öğrettiler. Kimisi müziğin nasıl yazıya ilham olabileceğini gösterdi, kimisi doğanın. Kimisi çizgi roman yazmayı öğretti, kimisi şiir. Programa sadece yazarlar değil, aynı zamanda editör ve çizer de eğitmen olarak katıldı. Yazar-çizer- editör üçgeninin nasıl işlediğini çocuklara anlatarak programa başladık ki eğitim süresince geri bildirim almayı benimsesinler, yazdıklarının eleştirilmesini doğal karşılasınlar. Editör hem yazara hem de çizere nerelerde, nasıl geri bildirimler verdiğini ve onların da metni veya görseli nasıl değiştirdiğini somut örneklerle gösterdi. Yazar ve çizerlerin bile çalışmalarının ilk baştan mükemmele ulaşamadığını, eserlerinin uğraşarak, değiştirerek yayımlanacak kıvama gelebildiğini görmek çocuklarda çok farklı bir bilinç yarattı. Ayrıca programın sonunda bir yayımcı bir eseri seçerken hangi kriterlere dikkat ettiğini anlattı. Hangi eserlerin yayımlanmaya layık olabildiğini gördüler. Ve son olarak, bir de yayınevi ziyareti yaptık. Böylece çember tamamlanmış oldu. Gerçekten çok etkili bir çalışma oldu. Önümüzdeki yıl bu projeyi yeni sponsorlarla yeni ilçelere yaymayı hedefliyoruz. Destek verdiğim bir başka proje ise Kitap Okuyan Çocuklar´la birlikte üzerinde çalıştığımız Şişli Oyun Kitaplığı. Kadıköy Özgürlük Parkı´nın içine açılan interaktif çocuk kütüphanesinin bir benzerinin Şişli´de açılması için çalışmalar yapıyoruz. Şişli Belediyesi´yle birlikte yürütülen bu projenin bu yıl bitmeden tamamlanmasını ümit ediyoruz. Pek yakında Feriköy´de 0-8 yaş için harika bir çocuk kütüphanesi açılacak. Tüm bunlardan arta kalan zamanda ise... Çok uzun telefon konuşmaları yaparım. Telefonum hep meşguldür. Haftada en az 4-5 gün arkadaşlarımla buluşup çay-kahve içer, uzun uzun sohbet ederim. Çok konuşurum. Her zaman anlatacak bir şeylerim vardır. Çok soru sorarım. Avukat bir arkadaşım bana "mustantik" adını taktı. Spor yapmayı hiç sevmem. Sadece yılda bir kez kayak yapıyorum, o kadar. O da hareketten çok doğanın içinde olması sebebiyle ilgimi çekiyor. "Fit" olmak için yürüyüş yapmak gibi şeyler hiç bana göre değil. Yürümeyi severim ama bir amaca ulaşmak için. Nişantaşı´ndan Okmeydanı´na yayınevine yürüyerek gider, dönerim. Ya da Altunizade´ye yayınevine gittiysem, oradan Üsküdar´a yürüyerek gidip vapura binerim. Gideceğim yere yürüyerek gitmeyi severim ama eşofmanları çekip, spor yapmak amaçlı sokaklarda yürümek hiç işime gelmez. Müze ve sergi gezmeyi severim. Bunları kaçırmamaya özen gösteririm. Son yıllarda sahne sanatlarını istediğim kadar takip edemiyorum. Okul etkinliklerinde çok yoruluyorum ve akşam bir yere gidecek halim kalmıyor. Evde ayağımı uzatıp kızım ve kocamla sakin sakin oturmak istiyorum. Konser, tiyatro, bale... Hepsini kaçırıyorum ve bu beni çok üzüyor.




* Sizce iyi bir çocuk kitabı (hem okul öncesi hem de okul dönemi için) nasıl olmalıdır ?

Bende yeni bir kitap yazma isteği uyandırıyorsa, ben ona "iyi kitap" diyorum. Ama sizin sorduğunuz bu değil tabii ki... Okur açısından soruyorsunuz bu soruyu, değil mi? Orada da şöyle bir kriterim var: çocuğu eğlendirirken aynı zamanda bir görüş, bir duruş sergilemeyi beceriyorsa, bence o iyi kitaptır. Sadece eğlendirmesi yeterli değil bana göre. Öte yandan, "duruş veya görüş" derken "mesaj" demek istemiyorum. İkisi birbirine karıştırılmamalı. İlla ki bir yazar çocuğa bir mesaj ulaştırmak zorunda değil. Ama öyküsüyle kendi görüşünü/duruşunu sergilemeyi başarıyorsa, o zaman o kitap çocuğun kalbinde veya zihninde bir yerlere dokunuyor ve iz bırakıyor. Yoksa kahramanın sayfalar boyunca maceradan maceraya koştuğu ama bir duruş sergilemekten yoksun olan kitaplar okuru eğlendirmekle birlikte okurun zihninde yer edemiyor. Resimli kitaplara özel bir iki söz söyleyecek olursam... Resim metin dengesi sağlam kitaplar olmasını çok önemsiyorum. Daha önce çok kereler söyledim ama tekrarlayayım: yazarın söyleneceklerin bir kısmını çizere bırakması çok önemli. Söylenecek her şeyi yazar söylemeye kalktığında metinler gereksiz uzun oluyor. Bu dengeyi sağlayabilmek için ben resimleri de hesaba katarak yazıyorum metinlerimi ve her sayfada çizere bıraktıklarımı not olarak çizere yazıyorum. Örneğin Lili ve Yedi Çocuğu´nun "Bu Ne Tatlı Şey Böyle?" isimli kitabında yeni doğan kardeşiyle ilgili evin büyüklerinden iltifatlar duyan Loli büyüklerine "Haklısın" diyor ama Loli´den çıkan düşünce bulutunda Loli´nin elindeki dondurmayı kardeşinin kafasına fırlattığını görüyoruz. O sayfada "Loli aslında kardeşini kıskanıyordu ve elindeki dondurmayı kardeşinin kafasına fırlatmak istiyordu" demiyorum. Gerek yok bunu söylememe. Çizer zaten söylüyor. Çocuk da çizimi görüyor. Radyo tiyatrosu değil ki bu, resimli kitap. Ve bir de resimli kitaplardaki görsel seçimlerinde daha cesur davranılmasını arzu ediyorum. Hem yazar hem de okur olarak istiyorum bunu. Güvenli limanlara sığınarak çocukların görsel algılarını sığ bırakmaya hakkımız yok. Dünyanın görsel sanatlarda ulaştığı noktaları yadsıyıp yirmi yıl önceki çizim tarzlarıyla dolu kitaplar sunarak bir yere varamayacağımızı düşünüyorum. Çek illüstratör Kveta Pacovska "Resimli kitap, bir çocuğun dolaştığı ilk sanat galerisidir" diyor. Resimli kitapları üretirken bu sorumluluğu unutmamalıyız. Ve tabii hepsinden öte iyi kitap demek iyi bir hikaye demektir. Elinizde iyi bir hikayeniz yoksa istediğiniz kadar kelimelere takla attırın, en muhteşem Türkçe´yle, en muhteşem cümleleri kurun ve bir de üstüne en çağdaş, en çarpıcı çizimleri yerleştirin, yine de çocuğun tekrar tekrar dönüp okuyacağı bir kitap ortaya çıkaramazsınız. İlginç, farklı ve biricik bir hikayeniz olmak zorunda. O güne dek söylenmemiş bir şeyi söylemelisiniz okura. Ya da o güne dek söylenmiş bir şeyi o güne dek söylenmemiş bir şekilde, farklı bir bakış açısıyla sunmalısınız. Çünkü iyi yazı yazmak kelimeleri etkili bir şekilde bir araya getirmezden önce düşünceleri etkili bir şekilde bir araya getirmektir. İyi hikaye yoksa, iyi kitap da yoktur. Bir kaç yıl önce Frankfurt Kitap Fuarı´nda Finlandiyalı bir yayıncıyı dinlemiştim. Kitapların elektronik ortama taşınmasından, çocuk kitaplarında kullanılan applikasyonlardan, kısacası teknolojinin edebiyata entegrasyonundan bahsedilen bir paneldeki konuşmacılardan biriydi. Diğer konuşmacılar ne muhteşem teknolojik yenilikler ürettiklerinden bahsederken o şöyle demişti: "E-kitaplarda, hikayeye istediğimiz kadar görsel ve işitsel efektler ekleyelim, kahramanlara istediğimiz kadar taklalar attırıp hoplatıp zıplatalım, objeleri uçuralım, mekanları hareketlendirelim... Eğer elimizde iyi bir hikaye yoksa, bunların hepsi anlamsız kalır. Eninde sonunda iş gelir, hikayeye dayanır. Lazım olan esas unsur iyi bir hikayedir." Bence bu Finlandiyalı hanım konuyu can evinden vurdu. Üstüne söylenecek söz kalmadı.




* Ülkemizde Çocuk Edebiyatının gelişimini ve geldiği noktayı değerlendirir misiniz?

Elbette inanılmaz hızla ilerleme kaydediyor. Yeterli mi? Dünya standardını yakaladık mı? Elbette, hayır. Yakalayabilecek miyiz? O derece yenilikçi ve cesur kitaplar üretebilecek miyiz? Biz yazarlar ve çizerler dünya çocuk edebiyatına artık daha kolay ulaşıyoruz. Neler yapıldığını görüyoruz. Yani dünya standardını yakalamak için gereken donanımı edinmemiz artık daha muhtemel. Peki bu donanımı esere çevirecek cesaret var mı? Ya da bu minvalde üretilmiş ürünleri yayınevleri yayımlayabilir mi? Bence bunun çaresi okur yaratmakta yatıyor. Bu yüzden okuma kültürünü geliştirici projeleri çok önemsiyorum. Okur sayısı, yani kitapsever çocuk sayısı arttıkça çocuk edebiyatı da gelişecek, daha çağdaş ve cesur kitaplar üretilecek. Aslında ilginç bir döngü var ortada: iyi kitaplar yazıldıkça okur sayısı artıyor, okur sayısı arttıkça yazarların ve yayınevlerinin yeni ve cesur kitap yayımlama iştahı kabarıyor. Aslına bakarsanız çok şanslıyız... satış açısından kolay bir sektör çocuk edebiyatı. Başka hiçbir ürün tanımıyorum ki kalitesinin artması rakiplerine de fayda sağlasın. Buzdolabı üretiyorsanız ve kaliteli bir buzdolabı üreterek tüketiciyi cezbetmeyi ve ürününüzü satmayı başardıysanız, ihtiyacı giderirsiniz ve böylece rakibin satışına eksi bir yazmış olursunuz. Oysa kaliteli bir kitap ürettiyseniz ve okuru cezbetmeyi başardıysanız, okurda yeni kitaplar okuma isteğini arttırırsınız. Yani rakiplerinizin de kitaplarının satışına destek olursunuz. Ben kitapsever bir çocuğu asla doymayan, obur bir canavara benzetiyorum. Okudukça okuyası gelir. Ben "tüketici, ürün, satış" falan dedikçe dudak bükenler, burun kıvıranlar çıkabilir. Konu kitap olunca, hele hele çocuk kitabı olunca, tuhaf bir "kutsallık" atfetme meyili var. Oysa kitap da basbayağı bir perakende ürünü. Ürünün sahibi yayın evi. Biz yazarlar ve çizerler de tedarikçiyiz. Bilgisayarların üzerinde "Intel inside" yazan minik bir çıkartma var. "Bu bilgisayarın içinde Intel marka beyin var. Güvenerek alabilirsiniz" demek istiyor o çıkartma. Ben kitabın üzerinde yazan yazar ve çizer adını da buna benzetiyorum. "İçinde bu kişilerin beyni var" diyor. Tüm bunlardan yola çıkarak çocuk kitaplarının pazarlanması için de elimizden geleni ardımıza koymamamız gerektiğini düşünüyorum. Hem "çocuklarımızı kitapsever yapmalıyız. Her şeyin başı eğitim" deyip hem de kitap pazarlama çalışmalarını eleştirmeyi çelişkili buluyorum. Çikolatayı bile sevdirmek için çocuğa ulaştırmamız ve tattırmamız gerekirken, kitabı nasıl kendi kendine bulmalarını ve sevmelerini bekliyoruz. Harika yemeklerle dolu bir sofra hazırlayıp arkadaşlarımızı davet etmiyorsak, gelip tadına bakmadılar diye kızabilir miyiz? Arayıp yemek hazırladığımızı söylememiz gerekir. O zaman "Kitap yazdım, çizdim, yayımladım" bilgisini de vermeliyiz. Tadına bakmalarını sağlamalıyız. Ve bunu olabildiğince yaratıcı ve etkili yöntemlerle yapmalıyız. Bu konuda okulların ve öğretmenlerin desteği tabii ki inanılmaz önemli. Okullarda gerçekleştirilen yazar etkinlikleri ve söyleşilerinde çocuk, yazarla tanışıyor ama onun ötesinde kitabı alıp evine götürmesi için sebep oluşuyor. "Kitap sevgisi" somut bir nesne değil ki yazarla tanışınca çocuk ediniversin. Somut olan kitap. Onu eline alacak, evine götürecek, okuyacak... yani tadına bakacak. Böylece "kitap sevgisi" oluşacak. Bazı okullar "Biz okulda satış yapılmasını doğru bulmuyoruz" diyor. Daha önceki sorulardan birinde de bahsettiğim gibi, konu çocuk kitabı olunca satış yapmak ayıpmış gibi bir hava yaratılıyor. Sanki çocuk kitabının kutsallığına leke sürülüyor. Yazarla tanıştı ve çocuk bir anda kitapsever oldu... mümkün mü bu? Yazar hoş bir söyleşi gerçekleştirdiyse, çocuk kitabı değil, yazarı sever. Kitabı okuyarak kitapsever olursunuz, yazarıyla tanışarak değil. Yayınevi ayağına kadar gelip çocuğa kitaba oracıkta ulaşma şansı verecekken "okulda satışı doğru bulmamak" ne demek, anlamıyorum. Kantinde çikolata satılıyor, müsamere için kostüm satılıyor ama kitap satılamıyor. Çok tuhaf geliyor bana. Diyeceğim o ki çocuk edebiyatının gelişmesi için sadece yayıncılık sektörünün çabası gerekli sanılmasın. Çocuğun etrafındaki söz sahibi yetişkinlerin desteği de bir o kadar önemli.


* KitapkurduAnne´den nasıl haberiniz oldu? Site hakkında düşüncelerinizi veya eleştirilerinizi alabilir miyim?

Facebook sayesinde haberim oldu. Ve elbette hiçbir eleştirim yok. Böyle harika bir çabayı eleştirmek haksızlık olur. Öncelikle fikir harika. Bir okurun bakış açısından hazırlanmış olması bence çok kıymetli. Tamamen şahsi zevkinize bağlı kalmanızı da çok anlamlı buluyorum. Hiçbir dayatma veya yargılama yok. "Zevk" temeline oturan bir sistem bence "bilirkişi"lik üzerine kurulu bir sistemden daha etkili. Sonuçta edebiyat böyle bir şey. Birinin sevdiğini diğeri hiç sevmeyebilir. "Ben sevdim, sizin de haberiniz olsun"... tam da çocuk kitaplarına uygun, çok tatlı, samimi ve olumlu bir yaklaşım. Ayrıca siteyi çok kullanışlı buluyorum. Akıllıca, kullanıcıyı düşünerek, her detaya dikkat ederek tasarlandığı her halinden belli.